Van Klaveren, Geert Wilders ve Dücane Cündioğlu

Yazan: 07 Mart 2019 4123

Joram Van Klaveren, Geert Wilders ve Dücane Cündioğlu… Bu isimleri “Ortada kuyu var, yandan geç!” der gibi serdettiğimizi sanmayın. İman ile akıl arası bir trafikte tedaisi, iman şimşeğinin cimciği ve akıl rüzgârının dürtüğünden vaki… Bu üç isim, üçlü bir sacayağı… Peki postu soyulsun diye bu üçlü sacayağının ortasına bir koyun gibi asılan hikmet ne? Arz edeceğiz. Ama önce fikrimizden serpilmiş şu kıvılcım peşrevine kulak verin:

Ömer bin Hattab, Allah’ın Resulü’nü öldürme kastıyla huzuruna giderken Müslüman oldu. Ömer bin Hişam, ömrünü Allah Resulü’ne düşmanlık kastıyla sürdürürken hem Ebu Cehil oldu, hem de İslam’ın karşısında kafası koparılan ilk nasipsiz… Allah Resulü’nün, İslam’ın henüz kuvvete ermediği demlerinde ikisi hakkında evvela edilmiş bir duası vardı:

“Allah’ım! İslam’ı iki Ömer’den biriyle güçlendir!”

Bu dua, muhataplığında “kastı olan iki adamı” tutuyordu. Rahmet, Hattab oğlu Ömer’de tecelli etti. Nasip sırrı… Evvela bir şeye dikkat etmeli: Allah Resulü, İslam’ın kuvvet bulmasına vesile olsunlar diye, düşman cephesinde de olsalar, kastı olan, esası olan, tavrı olan, şahsiyeti olan adamları duasına hedef kılmıştı… Yok hükmünde olan, istenen değildir, özlenen değildir, beklenen değildir… Bunu bilerek “İki Ömer” mevzuunun arka plân anına sarkalım… Tarih kitaplarının da, insanlık hafızasının da kayda almadıkları, gelip geçmiş ama geçip gelememiş demlerine… Müminler içinde o gün için henüz kayda alınmaya değmez kimse yok… Daru’l Erkâm’da ve kapalı perdeler ardında her bir Sahabî, metafizik ürpertiyle ama maddî ve gerçek pençelerle hayata saplanmış vaziyetteler… Gerçek cinsinden bir iş üzerinde hepsi… Gelen ayetler okunuyor, üzerine tefekkür ediyorlar ve Kâbe meydanını gözlüyorlar. O ayetler ki; onların hayatla bağlarını koparmak bir yana, hayatı bağlamak ve ilahî ahkâma uydurmak noktasında onları ruh ve madde mafsallarından bağlıyor. Kendileri mahpus edilmiyor, mesul tutuluyorlar. Ve ilk müminler bu mesuliyetin rahmanî patronajı altında iken, Ömer bin Hattap Müslüman oluyor. Bir rivayete göre kırkıncı Müslüman olarak… Kırk, kemâl rakamı… Ve kırk kişi olarak Müslümanlar, perdeleri indiriyor, Kâbe meydanına kendilerinin attığı tekbirler ve kendilerine atılan taşların sağanağıyla yürüyorlar. Esaslı ve kasıtlı işler kumpanyası… Nurlu ve tavırlı…

Başka bir arka plân da, müşrikler cenahında… Ömer bin Hişam’dan Ebu Leheb’e, ondan Utbe bin Rebia’ya ya da Ebu Süfyan’a… İçlerinde İslam kılıcıyla nasipsiz maktuller de var, İslam’ın rahmetiyle nasipli makbuller de… Ama her biri, kasıt sahibi, esaslı, tavırlı, tersinden de olsa şahsiyetli adamlar… Bu adamlardan dizili sahnenin arkasını tahayyül edin: Ukaz panayırı için hazırlanacak put biblolarının taş ustası, onları cilalayacak ustayla fikir ve kâr paylaşımı yapıyor… İşte şurada… Şurada da; Şam’dan getirttiği şarap fıçılarının piyarını yapan atılgan tüccar duruyor… Hemen ötede…  Bastığı yeri az sonra rüzgâr, kendisini ise ondan daha da sonra ölüm düzleyecek… Ondan berideki mecliste de, öldürülen adamın diyeti için deve pazarlığı yapılmakta, eller kılıçta, gözler meclise nazır dizilmiş develerde… Bir başkası da; şairlik pozlarında ve deve böğürtülerinin ahenginden beyitlerine kelime damıtmakta… Oysa damıttığı her şeyi, çöl emecek ve çöle serili Arap yarımadasında bütün şairliği, çöldeki tek kum tanesi kadar olsun varlık ve istikbâl belirtmeyecek… Bütün bir Mekke manzarası içinde kayda alınmaya değmez, bir kasta, bir tavra, bir şahsiyete dökülememiş vakay-ı adiyeden işler… Anlayın işte; iman ve küfür kutuplarından her biri, bir öbürünü yok etmek üzere cedelleşirken; kasıtsız ve tavırsız işler cümlesinden sayısız nice hadise, kumda kıvrılan bir çöl yılanı gibi rutininde akmakta… Böyleyken Ebu Cehil, rutininde akmadı, ona olmadıysa da iman, oğlu İkrime’ye nasip oldu. Ümeyye bin Halef, rutininde akmadı, kendisine değil ama iman, oğlu Saffan’a nasip oldu. İkrime de, Saffan da, sonradan İslam’ın fedaileri oldular. Bunlar hep nasip sırrından cevelanlar… Bugün de kasıtsız rutinler ile kasıtlı ve aykırı tavır kutupları arasında aynı sırrın cevelanları terennüm etmekte…

Şimdi üçlü sacayağı halindeki üç ismimize dönebilir ve hikmet koyunumuzu, postunu soymak üzere ortalarına asabiliriz. Geert Wilders ismini biliyorsunuz. İsmini bilmeyenler,  domuzun insandaki en aleni temessüllerinden biri olan çirkin suratını muhakkak bilirler. Civciv sarısı kafasıyla periyodik olarak Allah’ın Resulü’ne hakaret eden Hollandalı bir parlamento üyesi… Özgürlük Partisi lideri… İslam nefretinde, Ebu Cehil gibi cazgır… Tersinden bir tecelli halinde tavırlı, kasıtlı, esaslı ve hakikat karşısında şahsiyetli… Keman çalan bir sırtlan değil yani, ormanın masum ceylanlarını parçalamaya adanmış dişli ve tırnaklı bir sırtlanlık vasfı var. Mesela Kuran’ın, okunması ve hatta bulundurulmasının suç sayılması gerektiğini savunuyor. İşin hakikatine ithaf ederek söyleyeceksek; bunda da haklı… Çünkü Kuran’ın var olması, kendisi gibi domuzların yok edilme potansiyelini kendinde taşımakta… Bunun aktive edilecek olmasından korkuyor. Hani kendini, paneli kapalı aslan kafesinde yaşıyor hissetmekte… O panelin açılması, aslanla arasında engel kalmaması, yani Kuran’ın saçılması, yani hâkim olması demek… Ürkekliği bundan… İslam karşıtı filmler çekiyor, bütün Müslümanların Avrupa’dan kovulmasını propaganda ediyor, başörtüsünü yasaklayıp camileri yıktırmak vaatlerinde bulunuyor. Hollanda’da yüzde yirmilere kadar oy almışlığı da var. Yani Avrupa şuuraltını en fazla yüzde yirmi oranında şuurunun üstüne çıkarabilmiş… Joram Van Klaveren’e gelelim… Bu adam da 2010 ila 2017 yılları arasında Hollanda Parlemaneto üyeliği yapmış… Hem de büyük bölümü Geert Wilders’in Özgürlük Partisi’nden… Hatta bir dönem aynı kafaya sahip olarak onun sağ kolluğuna kadar yükselmiş… Partinin, ikinci adamlığına… Ama 2014 yılında, lideri Geert Wilders’in Faslıları hedef alan ırkçı söylemleri sebebiyle partisinden istifa ediyor. İslam düşmanlığından istifa değil tabi bu… Zira bu andan sonra Van Klaveren, İslam karşıtı bir eser yazmaya koyuluyor. Fakat İslam’a saldırmak için taş topladığı alandan, ruhunun suratına esaslı ve nurlu bir kroşe yiyor ve Müslüman oluyor! Evet, basından öğrendiğimize göre hadise aynen bu şekilde ve 2018 yılının Ekim ayında vuku buluyor. Hadise gerçek midir diye bakınırken, bu adamın bir videosuna denk geldik… “Müslüman mı oldunuz?” sorusuna kısa ve net şöyle cevap veriyor:

“Eğer Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz M…d’in de, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi Peygamber olduğuna inanıyorsanız, zaten Müslümansınızdır…”

Böyleyse, Geert Wilders’in Ebu Cehilliğine nispeten Van Klaveren’den nasip sırrıyla bir “Ebu Cehil oğlu İkrime” çıktığını söylemek mümkün… Nasip sırrı… Yok etmek için yaklaştığında yok olmak ve böylece varlığa ermek, büyük nasip… Tavırlılık, esaslılık, şahsiyetlilik, yerine göre nasip sırrıyla imana erdiriyor. 2013 yılında da aynı ırkçı ve İslam düşmanı partiden Arnoud Van Doorn isminde bir siyasetçi istifa etmiş ve Müslüman olmuştu. Van Doorn:

“Bazı devlet kurumları da dahil direnişle karşılaşacağımı tahmin ediyorum..”

Diyor ve ekliyor:

 “Ama Allah bana bu zor anlarımda yol gösterecek!”

İslam karşıtlığından, İslam’a… İkisine de mübarek olsun… Van Doorn’un, kendinden sonra Van Klaveren de Müslüman olunca paylaştığı mesaj:

“PVV’nin, İslam’a dönenleri yetiştiren bir parti olacağını asla düşünmezdim!”

PVV, İslam düşmanlığı esasıyla kurulu bir parti… Orada Müslüman olmak, Utbe bin Rebia evinde oğul Ebu Huzeyfe olarak Müslüman olmak demek…Taş attığına başını, hem de ebedi saadete ermek üzere kaptırmak… Nasip sırrı… Ama bu sırra, baş koyduğuna taş atmak gibi tersinden bir nasip felaketi de dahil… Zaten üçlü sac ayağımızın üçüncü ismi Dücane Cündioğlu’nu da bu vesileyle mevzu bahis ettik… Ona “İslam’a baş koymuştu, şimdi taş atıyor!” taşlaması yapmayacağız… Ama İslam aleyhine kitap yazmak için araştırma yaparken Müslüman olan Van Klaveren’in aksine onda, İslam lehine fikir üretmek isterken Müslümanlığını sarsan bir sarsaklık gördüğümüzü kaydedeceğiz. Kaydetsek para eder mi, ayrı husus… Zira bu sahada, deva, derdin ambalajıyla kaplı  ve burada “dost nazarı” da para etmiyor… Ne deseniz:

“Ah ah! Beni anlamıyorlar!”

Diye içlenecek… Zira bu cümle, entelektüellik nezlesi olmuş tiplerin arkasına saklandıkları paslı tenekeden bir kalkandır… Oysa biz onu, çok çok iyi anlıyoruz! Ekâbir bir tavuğun, samandan vitrinine koyduğu yumurtasını sanki de, ilk kez ve sadece kendisi tarafından yapılıyormuş gibi takdim etmesi ne ise, Dücane Cündioğlu’nun da, felsefî repertuar çuvalını karıştırması ve oradan çıkardıklarını sanki de ilk kez kendisi söylüyormuş cakasına yatması, bir de bunu kabızlık yaşayan bir tavuk üslubuyla takdim etmesi de bizce o… Fikir tenhasının yoluna çıksak ve el kol hareketiyle refleksini galeyana getirsek, elleri göbek üstünden, dizleri de göbek altından çapraz sallanarak:

“Evrensel ile tümelin ıh… Tikellerin vıh… Tanrının, aklı vahiy ile ıhhh..”

Diye cezbeye geleceğini tahmin ettiğimiz Dücane Cündioğlu, din dili kopmuş ve yerine felsefe yılanının çatallı dili dikilmiş haliyle nasıl da bir garabet belirtmektedir, hak getire… Tavşanın suyunun suyunun suyundan, yerine göre güzel bir tavşan çorbası yapılabilecekken, Farabî’nin, felsefesinin felsefesinin felsefesinden kendine güya hikmet çorbası pişiren ve fikirden mahrum bırakılarak güdükleştirildiği bir vasatta cemiyetimizin karşısına “bin Farabî gücündeki boğa filozof” cakasıyla çıkan Dücane Cündioğlu, fikir kabızlığının pençesinde olarak bakın geçtiğimiz günlerde nasıl laflar etti:

“Farabî’nin önerdiği bir çözümü biraz daha geliştiriyorum. Farabî diyor ki; felsefe dine değil, din felsefeye tabi olmalıdır. Ben de; akıl vahye değil, vahiy akla tabi olmalıdır diyorum… Çünkü burada, tanrısal vahiy, insanî akla tabi olmalıdır demiyorum, bu aklı da biz yapmadık ki… İki kere iki dört etmese ne güzel yani… Ama benim elimde değil yani… İki kere ikinin dört ettiğini AKIL BAĞIMSIZ OLARAK ONAYLIYOR… O yüzden akıl da, vahiy de tanrıdan olduğu kabul edildiğinde iki tanrısal ilke arasında çatışma olduğunu kabul etmek zorundayız. O yüzden ben diyorum ki, yerel olan evrensel olana tabi olmalıdır. İnanç düşünceye tabi olmalı, inanç düşünceye bir hazırlık olmalı…”

Evvela; Dücane Cündioğlu’nda bir diyalektik hokkabazlığı görmekteyiz. Bu hokkabazlığın temessülü şöyle bir adamdadır ki; pazardaki aynı tezgâhında kırk yıldır “öküz gözlü üzüm” satan pazarcıyı izler, ondan rol kapar, sonra da pazarın bir köşesine koyduğu bir sepet üzümün başına geçer ve  “Gel vatandaş gel! Üzüm gözlü öküze gel!” diye çığırır, yetmedi, pazara yeni bir ürün getirdiği pozuyla tozu dumana katar! Farabî’nin dediklerini, “Kel Hasan”dan “Hasan kel” çıkartma diyalektiğiyle yeni bir şeymiş sunan Dücane Cündioğlu, vahyin dine, aklın da felsefeye hamledildiği felsefe lügatini çalkalıyor ve sanki de oradan yeni ve farklı bir şey çıkarmış gibi “Geliştiriyorum!” diyor. Misal:

“Suriye rejimi, Türkiye’ye tabi olmalıdır!”

Diyen birine:

“Senin dediğini geliştiriyorum, Beşer Esed, Recep Tayyip Erdoğan’a tabi olmalıdır!”

Denilse, ne kadar saçma olur değil mi? Üstelik dinden vahye, felsefeden akla inerek kapsamı daraltan da, Dücane Cündioğlu’nun ta kendisi… Bu diyalektik hokkabazlığı, anı itibariyle akıl dağlarıma şöyle bir müptezellik yankısı tedai ettirdi. Solist sahnede coşuyor:

“Şair diyor ki; bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır…”

Aynı solist coşmaya devam ediyor:

“Ben de diyorum ki…”

Bu anda herkes, önceki kadar olsun güzel ve coşkulu bir beyit bekler değil mi? Ama o:

“Üstündeki kandır, bayrakları bayrak yapan… Uğrunda ölen varsa eğer, o vatandır…”

Diyor. Dücane Cündioğlu’nu, böyle bir misalle senkronize etseniz, domates yağmuruna tutulur. Ama felsefe arenası, nasılsa Arap saçı gibi didişiklik belirten bir bakiyeye sahip… Kimse bir şey anlamıyor, saçmala gitsin! Saçmalamanın felsefe sahnesindeki kadar rahat çığırıldığı başka bir alan yoktur. Dediklerini dikkatle bir okuyun bakalım. Hem “Akıl, iki kere ikinin dört ettiğini BAĞIMSIZ OLARAK onaylıyor!” diyor, hem de bağımsızlık atfettiği aklın bu cüretini “Akıl da tanrısal, ne olacak ki!” diye kotarmaya kalkıyor. Ne imiş:

 van klaveren geert wilders ducane cundioglu2“İki tanrısal ilke arasında çatışma olduğunu kabul etmek zorundaymışız…”

Sonra da vahye yerel, akla evrensel yaftası vuruyor ve vahyi, kasaba olarak, “şehir akıl”a tabi kılıyor. Ne yani; vahiy, tanrısal vasfıyla tanrının kasaba bölgesi, akıl da, gene tanrısal vasfıyla tanrının şehir bölgesi mi oluyor? İkisi de tanrısalsa, ikisi arasında tanrı bütününe nispet taksimini kim yaptı peki? Dücane Cündioğlu’nun aklı! Pardon, Dücane Cündioğlu’nun tümel aklı! Yok yok, Dücane’nin tanrısal ve tümel aklı… Ondaki akıl tümelse, aklı vahye tabi tutan bir kimsenin aklı tikel olacak… Söyleyin o zaman; akıl sayacına tikellik ya da tümellik yükleyecek ana istasyon nerede ve kimin ukdesindedir? Dücane Cündioğlu’nun, ağzından düşürmediği “tanrısı”, parkinson mudur ki, ona ait olan akıl ilkesi ile gene ona ait olan vahiy ilkesi çatışıyor? İki tanrısal ilkenin çatıştığını kabul etmeliymişiz! Baştan bunu dayatıyor! Tartıştığı adama daha baştan “E ama iki gözüm sende de bir puştluk var, bunu kabul et hiç bari!” deyip, ardınca yapılacak bin bir puştluğun yolunu hazırlayan bir bitirim kokusu geliyor. “Sen bu çatışmayı kabul et ki; ağzına daha rahat edebileyim!”  tavrı… Dücane Cündioğlu’nun, bilardo masasına dönmüş ağzında bir bilardo topu gibi banttan banta çarpıp duran “Tanrı”, daha baştan taraf tutan bir baba gibi… Tanrısal aklının, tanrısal vahyini galebe çalmasına göz yuman bir baba… Oysa vahyin bir kitabı var. Aklın kitabı ise herkesin kendi kafası… Bütün bir felsefe tarihi, biribirinin akıl yanılgısını ortaya çıkarmaktan ibaret bir manzara arz ederken, nerede Dücane Cündioğlu’nun, Kuran’ı kendisine tabi kılacağımız evrensel aklı… Ne imiş, iki kere iki her zaman dört edermiş… Kezban teyzenin, sehpa üstüne ördüğü dantelasını gösterip, bu emeğine karşılık bütün bir dünyayı istemesi gibi, bu mottoyla aklın, insanın eşya ve hadiseler karşısındaki serüveni boyunca yediği bir dünya haltı kapatmaya çalışması arasında ne fark var? İbn-i Rüşd’ün, kaydettiği her şeyini “vahiy üstü bir gerçeklikle” baştan doğru saydığı Aristo, dünyayı evrenin merkezinde raptiyelenmiş gibi sabit biliyordu. Asırlar boyunca da evrensel akıl, bunu böyle kabul etti. Hatta Kilise bile, insan aklına uydurulmuş sapkınlığıyla Aristo’nun bu görüşünü resmi görüşü haline getirdi. Uymayanları yaktı. Dücane Cündioğlu, Hristiyanlık vahyi için “Akla tabi olmalıdır!” diyecekse, o da işte Batının “En  akıllım!” kabul ettiği Aristo’ya uymuştu. Şimdi kalkmış, elin bahçesindeki eşeklik serüvenini, Kuran’ın, korunan ve her hikmeti muhakkak kendine bağlayan hakikatini görmezden gelerek bahçemize taşıyor. Yeni değil, yine… Milyon kez, milyon adam tarafından tekrarlanmış bir dünya saçmalığı, ıkınan boğa pozlarıyla sanki de ilk kez keşfettiği şeylermiş gibi, cemiyetimize satıyor! Söyleyin, dünyayı, evrenin merkezinde sabit görmek serüveni boyunca devrin korunmuş vahyi olsa ve yanına da Dücane Cündioğlu’nu koysanız, orada da gene “Vahiy, akla tabi olmalıdır!” demeyecek miydi? Peki böyle bir tabiiyet, tam bir eşeklik olmayacak mıydı? 2500 senedir Batı felsefesi, 2500 tane filozof çıkardıysa, hepsi de akıl kürsüsünden ve 2500 farklı şey konuştu. Her biri, bir öbürünün donundaki değil, aklındaki yırtığı gösterdi! Öyleyse peki; nerede Kuran’ı kendisine tabi kılmamız gereken evrensel akıl? Sakın Dücane Cündioğlu onu, ceketinin astarında saklıyor olmasın?

Felsefî akıl, dine suret-i haktan yaklaşıp, onun vahyine lütfen kimlik atfediyor, sonra da gözbağına getiriyor ve onu kimliğiyle akıl ülkesinin acuze bir vatandaşı kılıyor. Timsah tokası, testere deposu ağzıyla olur hani… “Mutlak bilgi”ye taalluk eden vahye, itibarı kaybettirilecek ki; Kuran’ın, -haşa!- Hz. M….d’in aklından doğmuş olduğu gösterilebilsin… Manevi otanazi makinelerinden Mustafa Öztürk, Dücane Cündioğlu’na göre daha ileride olarak bu aşamanın arifesinde… “Peygamber, vahyi kendi zevkince cümleye döktü!” diyor şimdilik… Dücane Cündioğlu, onu gerisinden takipte… Anlayacağınız; o da, manevi otanazi makinelerinden biri olmak yoluna çoktan girmiş… Mustafa Öztürk’ün kuyruğuna basılınca, avazın ondan çıkmasından da anlaşılacağı üzere, Van Klaveren’in, İslam’a düşmanlık için akıl yorarken aklını İslam’a teslim etmesinin tersine, Dücane Cündioğlu da, İslam’ı idrak için akıl yorarken aklını felsefe labirentinde kaybeden nasipsiz bir fare derekesine inmiştir. Biz böyle diyoruz ya; şimdi bunu izah için, tümeller, tikeller, tanrılar filan havada uçuşur ve samimi bir mümin ve dost lisanıyla serdettiğimiz bu sözlerimize,  “bağnaz akılsızlık”  ithamından yontulmuş bir kalkan tutulur. Tavus kanatlarını kabartmak için ismi sihirli sözcük gibi kullanılan Farabî’yi bile, Yunan felsefesi nispetli müfredatıyla İslam tefekkür sahasından kovmak vakti gelmişken, Dücane Cündioğlu’nun, bin yıldan fazla bir zaman sonra, Farabî’nin dediklerinin suyunun suyunun suyunun namütenahi suyuyla “düşün adamı” sayılmak yollu ıkınmaları, haysiyetli fikir nezdinde ne kadar da yersizdir, ne kadar da put biblosu yontan ve cilalayan, deve böğürmelerinden beytine kelime damıtmaya çalışan, kan davasını kapatmak için sürü sürü deve desteleyen, şarap fıçılarının piyarını yapan varlıksız ve istikbâlsiz arka plân davranışlarına benzemektedir. Farabî, yıllarca Plotinos’a ait fikirleri Aristo’nun sanarak, hem de var olan tezata rağmen bütün Aristo fikriyle onları  bilmeden montajlayarak düşündü ve didişti. Aristo’nun “Ruh Üzerine” eserini tam 200 kez okuduğu kaydedilir. Zaten Farabî, içerisinde Aristo olan bir Silen heykelidir. Silenler, Yunan mitolojisinin uzun kulaklı, kuyruklu, göbekli ve kıllı yaratıkları… Antik Çağ’da bunların küçük küçük heykelleri satılır, ortasından ikiye ayrılınca bu heykellerin içinden birer Yunan tanrısı çıkarmış… Peygamberliği, filozofluk karşısında küçümseyen ve İslam’ı, Yunan filozoflarının dalaletlerine göre yeniden dizayna kalkışan Farabî’yi de, hangi mafsalından yırtar ve içine bakarsanız bakın, göreceğiniz Aristo ya da Plotinos’tan başkası olmayacaktır. Bu manada, sadece İslam düşmanlığının ters bir nasibiyle imana eren Joram Van Klaveren gibi taze müminleri, içinde ne Ebu Dücane, ne Cünd-i İslam olmayan nihai fikir konağıyla kart bir Dücane Cündioğlu ile muhatap ederseniz, Aristo’dan kaçan idam mahkûmunu, İslam topraklarında yakalayıp Aristo ülkesine iade etmek gibi bir bedbahtlığın da vesilesi olursunuz. Bir keresinde Dücane Cündioğlu:

“Eskiden megalomandım simdi mükemmelim…”

Diye bir lakırtı etmişti… Bir keresinde de:

“Bazıları için ölümü seçmenin, kullanılması zaruri bir ayrıcalık olduğuna inanıyorum.”

Diyerek intiharı, hayattan mezun olmuş kaliteli insanlar için caiz addetmişti. Kibir ile kabir arasına çürümüş ahşap bir yön tabelası gibi tüneyen ve aykırı söz etmeyi esaslı adam olmakla eşdeğer gören Dücane Cündioğlu da, ruh ovamızdan kök saçaklarını toplayıp, Batı balkonundaki süslü bir saksıya tarlatanlı bir gelin gibi kurulan vasfıyla bilmektedir ki; Stoa filozoflarının neredeyse tamamı, böyle bir gerekçe ile intihar ederek ölmüştür. Zaten ne ahirete, ne cennete, ne cehenneme, ne vahye, ne Peygamberliğe inanmayan halleriyle bu onlar için bir nihai neticedir… Anlayacağınız, felsefe hamamının göbek taşında hamam taslarının cevelanıyla sürdürülen kadim didişte yeni bir vuruş stili, yeni bir oyuş tekniği yok… Kısır döngüde aynı şeyleri çevirip çevirip, gerçekte insan idrak ve irfanını iğdiş edenler, bu halleriyle, esassız, tavırsız, kasıtsız, şahsiyetsiz fikir kumkumalığı yapmaya devam edecekler… Dücane Cündioğlu, yeni değil, felsefe hamamında 2000 senedir kadın manisi olarak çığırılan “Din felsefeye tabi olmalı!” mottosunu, dahiyane (!) bir akıl hamlesiyle Farabî’yi aşarak (!) ve emsalsiz bir buluş cehdiyle geliştirip “Vahiy akla tabi kılmalı!” diyerek bu fikir kumkumalığına müdahil olmuş… Daha ne diyelim? Bence başladığımızla bitirelim: Joram Van Klaveren, Geert Wilders ve Dücane Cündioğlu isimleriyle “Ortada kuyu var yandan geç!” oyunu oynandığına şahit olursanız, ortadaki Geert Wilders’in cehennem kuyusu vasfından kaçındırın ama taze Müslüman Joram Van Klaveren de dahil, İslam konağının yeni teşrif etmişlerini Dücane Cündioğlu cinsinden adamların yanından da geçirmeyin ki; Aristo’dan İslam’a kaçarken yeniden Aristo’nun kucağına düşmesinler. Unutmayalım: Ömer bin Hişam, “hikmet babası” manasına “Ebu’l Hakem”di, üç dil biliyordu ama akıl etrafındaki “bağsız boğalığı” onu Ebu Cehil yaptı. Tanrı, “bağsız boğa filozofluğuna” özenen herkesin belasını verirken, biz onlara Allah’tan selamet ve hidayet dileyelim…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi