Havz-û Kevserî: Şahsiyetinde Hakikati Muhafaza Eden Âlim

Yazan: 23 Şubat 2020 2920

O hangi ulvî ruhtur ki, şu bedende hapsedilmiştir?

Şüphesiz o, El-Kevserî’nin ruhudur…

Bu sözler Muhammed Ebu Zehra’nın ağzından İmam Zahid’in yanından ayrılırken kalpten taşarcasına çıkıvermişti…

O zaman, İmam Zahid dünyamızdan ayrılmış olduğu halde bizden de devam niteliğinde şu satırlar dökülüversin…

O hangi ulvî ruhtur ki zamanın zincirlerini kırmıştır?

Şüphesiz o, bereket mansabı olan El-Kevserî’nin ruhudur.

*   *   *

 

Münhal Sultanlık: Her Şey Yerli Yerine

Asrımızın belki halis Müslümanlara en çok giran gelen illetidir hakikatin ve batılın yerli yerinde olmayışı… Biliyorsunuz bu iki kutbun birbirine karıştırılması zulümdür. Yine İmam Maturidi’nin “Te’vilat’ul Kur’an” adlı eserinde geçtiği manayla; zulüm, bir şeyin ait olduğu yerden başka bir yere koyulmasıdır ve İmam’a göre bu işleyen için azabı gerektirir. Eğer kalbinde ve kafasında en ufuk bir iman ve insaf cevheri taşıyorsa insan belki bir simetri hastası ataklığıyla her şeyi yerli yerine koymaya uğraşmaması düşünülemez. Bu tavrın aksini gösteren için olanca kıymetin “boşlukta mekân işgal etmek” olduğu ve bunun da hayvandan daha aşağı bir mertebe belirttiğini söylemek yanlış olmasa gerek...

Bu halden Allah’a sığınırız…

Madem zulüm bir şeyin olması gereken yerden başka bir yere koyulması demek bizde idraklerimizde ve mücadele seyrimizde başbuğluk kadrosunda olması gereken bir allamenin Kahire sokaklarında unutulmasına nedamet getirelim ve Müminlerin Annesi Hz. Âişe’den (ra) rivayet edilen bir hadisle niyet tazeleyelim:

“Allah’ın Resûlü bize, insanları her birini kendi yerlerine koymamızı emretmiştir. “

Bir başka rivayet:

“İnsanları hayırda ve şerde yerlerine koyunuz.”

İlmin kapısı Hz. Ali (kv)’den bu sefer:

“Kim insanları yerlerine koyarsa, nefsinden töhmeti kaldırmış olur.”

Bunlar yolumuzda ilerlerken sapmayalım ya da ifrata kaçmayalım ve tefrite düşmeyelim diye vazifemizi tayin edici yön tabelaları neticede… Bugün hakikat tarafgirliğinin ve hakikat neşrinin asrın kıldan tüyden adamlarına ve havasına ağır gelmesinden olacak ki umumiyetle bu iş sistem bazında atıl haldedir. Yani nesebi gayr-i sahih tavır ve kategori çerçevesinde, bir çöl kumundan El-Hamra sarayı inşa edebilecek kafa cehdindeki bir adam ile ağzına aş diye kum dolduran adam birden aynı vasatta aynı tavra muhatap olabilir. Ahir zaman neticede… O yüzden tüm bu olanlara şaşırmadan yolumuzdan şaşmamaya çalışıyoruz. Derdimiz bu… Hâsılı üzerimizden töhmet kalksın diye kahramanların yerini idraklerde tayin eden bir fikir projeksiyonu vasıtasıyla nazar etmeye gayret ediyoruz. Tefekkür bahçelerinden tevekkeli çıkmamış dizeler…

Evvela hakikatin yükseleceği arsayı temizleme ihtarı Necip Fazıl Kısakürek’ten:

Bize düşen aziz borç asırlık zamanlardan;

Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan!

Daha sonra kutlu cülûs için mücahede gongu Servet Turgut’tan:

Bize düşen aziz hınç, çırpmak tüm zamanları;

Tahtına yerleştirmek, gerçek kahramanları!

*   *   *

İmam Zâhid El-Kevserî son asırda hem ilmî yetkinlik hem şahsiyet bakımından hem de bağlı bulunduğu hakikat pınarları bakımından oldukça ehemmiyetli bir zât… Bu pınarları daha önceki serilerde elimizden geldiğince ifade etmeye çalıştık. İlmi yetkinliği ve şahsiyeti ise kanaatimizce doğru bakılıp anlaşıldığı zaman tam da bugün bizim için oldukça önemli… Anlaşılması dedik, ne de zor bir iş… Heyhat… İmam Kevserî öyle bereketli bir alim ki onu anlamaya çalıştığınızda her hamleniz için bir yığın meseleyi havsalanıza alıyorsunuz. Eserlerinin çok azı çevrilmiş Türkçe ’ye… Bir kısmı da kayıp… Ama sadece mevcut eserler üzerinden kayıp eserlerin çapını tahmin edebiliyorsunuz. Bir de kendi hakkında rivayet edilen başka alimlerin sözleri İmam Kevserî’nin Tanzimat’la birlikte ruhumuza ve idrakimize vurulan kelepçeyi kırıp atacak bir mana taşıdığını anlamak için kâfi… Yine anlamak dedik… Anlamak deyince aklımıza hep Üstadımızın yaşadığı bir olay gelir. Üstadımızın Shakespeare’i İngilizce bilmeden nasıl bu kadar iyi anladığını ve anlattığını merak ediyor birileri, Üstadımızdan cevap:

“Shakespeare’i anlamak için en son şart İngilizce bilmektir.”

Yani burada anlamak denilen işin kaba ve teknik bir eylemden ibaret olmadığına ve onun ruh dünyasına sarkabilmekle alakalı olduğuna bir atıf var. Açıkçası ifade edelim ki biz de Arapça’yı “henüz” bilmememize rağmen İmam Kevserî’yi anlamak gayretinde olacağız. Anlamak için de onun hususiyetlerini ruh dünyamıza daldırıp aklımızda ve kalbimizde yine onu anlayabilecek bir kıvamın tutmasını Allah’tan niyaz ederiz. Çünkü biz de inanıyoruz ki İmam Kevserî’yi anlamak için en son şart Arapça bilmek ya da bazı teknik şartları yerine getirmektir.

Peki ya diğer şartlar?

Biz kendimizi aradan çıkartalım ve onun hayatını yazan talebesi Ahmed Hayri’nin ithafı söze girsin:

“…Allah (cc) yolunda yara alıp, bunu dile getirmeyenlere, acı çektiği halde yılgınlık göstermeyenlere, Şeriat-ı Mustafa’yı savunurken, hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmayan, cesaret ve adalet sahibi kimselere…”

*   *   *

Nihayetinde sunacağımız kanaatimizi başta izhar edelim: İmam Kevserî, modernleşme neticesinde geldiğimiz bu alçalma devrimizde belki de birçok sebepten ötürü ufuk noktasını gözleyen seyrimiz bakımından en önemli kilometre taşıdır. Bilginin kaynağının haysiyet ve tahkikle rabıtalı olan ulemadan, gayr-i nizami, manipülasyona meyyal aydın tiplemesine geçtiği bir devirden sonra nihayet bilgi denilen şeyin izafi ve simülasyon haline geldiği bir dönemdeyiz. Bu devrin insanlığın her şubesini “yoktan yere” menfi tarafından hakikat sorgulamasına iten bir yanı var. Hani imanın tahkiki olmasına vesile olan değil de zayi olmasına sebep olan… Bu hal insanlığı bugün geçmişte yaşadığı bunalımlardan daha büyük bunalımlara sürükleyecektir. Düşünün öyle bir devirde yaşıyoruz ki insanlar bugün cinsiyet bunalımı dahi geçiriyorlar.

Batılının dizayn ettiği içtimai yapı bugün en fantastik ütopya yazarlarının bile hayal kudretini zevale sürükleyecek bir hale gelmiştir. Yani yaşadığımız bu çağ kendi tabirleriyle irrasyonel bir çağdır, her ne kadar koca koca okumuşlar sabahtan akşama kadar akıldan bahsetse de… Zaten kendi kurdukları mantık içerisinde bir itidal tavrı gösterseler anlayacaklar tutundukları görüşün başta zorlama bir hüviyet biçtikleri akla dahi aykırı olduğunu… Dağılmasın istiyoruz ama şu hakikati de vermeden geçmeyeceğiz. Yalnızca Hz. Ebubekir’in (ra) serdettiği şu hakikati anlasak bu akıl hezeyanı nihayetlenir, “İdrakin aczini idrak, idrakin ta kendisidir”. Felsefi sayıklamalara muhatap olanlar buna emme basma tulumba halinde ad koymaya kalkabilirler ama uyaralım, bu o zannettiğinizden başka bir şey… İzahımızı tehir edelim ve dönelim… Hasılı ilim, fikir ve bunlardan sadır olan tavır bakımından ciddi bir enflasyon yaşadığımız bu dönemde artık güneşimizi astarımızın cebinden çıkarmak mecburiyetindeyiz.

İmam Kevserî’nin bu mecburiyeti ifada ciddi bir payı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü biz son dönemlerde onun sahip olduğu hususiyetlere sahip olan bir ulema tanımıyoruz. Keşke tanısak… Ama Moğol ordusunu hatırlatır bir yenilik söylemiyle gelenler hem idraklerde hem arşivlerde ciddi tahribata sebep olmuşlar. Mustafa Sabri Efendi’nin aktardığına göre, o dönemlerde İstanbul’da birçoğu Taftazani seviyesinde birçok alim varmış İstanbul’da… İmam Kevserî ise bunlar arasında en çaplılarından… Hani Mısır ulemasının bir sözü var, Mustafa Sabri Efendi ve İmam Kevserî’ye dair “Mısır’a dinde reformistlerin hâkim olduğu karanlık bir dönemde Akdeniz’den iki beyaz gemi geldi ve bizi kurtardı”. Buradan hareketle anlamak lazım bazı şeyleri… O karanlık dönem bugün Türkiye’de zifiri karanlığa dönmüş vaziyette… Zamanında bu iki beyaz gemiyi inşa eden bizim bakiyemiz… İşte bunu yeniden inşa etmek zorunda olduğumuzu ifade etmek istiyoruz…

Düşünün… İmam Kevserî’nin Ebu Zeheb Tekkesinde verdiği sohbetlere katılan âlimlerin şu minvalde bir kanaati var: Onunla fıkıh hakkında konuştuğumuzda zannedersiniz ki bu adam ömrünün 70 senesini fıkha adamış, fıkhın en ince noktalarına kavramış eskilerin tabiriyle fakih’ul beden olmuş bir insan… Hadis’ten konuştuğunda zannedersiniz ki hayatını buna vakfetmiş… Kelamda, tarihte, tasavvufta hakeza… Evet Ebubekir Sifil Hoca’dan referansla söyleyelim ki; biz bunun ikinci bir örneğini bilmiyoruz. Atlamamak lazım İmam Kevserî’yi yetiştiren bir mana bütünü ve bu mana bütününü motor kuvveti yapmış bir sistem var. Bu sistemle İmam Kevserî gibi bir cins kafa bir araya gelince bu anlatılan tabii bir sonuç. Şaşırmıyoruz yani… Bu haldendir ki İmam Kevserî ezber odaklı değil, imal-i fikir yapan bir zât aynı sırada… Ayrıca oturduğu kürsüden sabahtan akşama kadar sistem eleştirisi yapan olmaktan ziyade cehd ve aksiyonda da numune bir zât… Zaten bu yüzdendir ki hakkında hüküm çıkartılıyor ve Mısır’a hicret etmek zorunda kalıyor.

Evet, her şey yerli yerine dedik… İmam Zâhid El-Kevserî bugün ilim dünyamız bakımından ilimle iştigal eden her Anadolu çocuğunun kendisine kilometre taşı yapacağı ve mutlaka ulaşması hatta daha sonra aşması gereken bir şahsiyettir. Öyle olmalıdır ki, modern ve kadim hurafelerle daraldığımız bu zifiri karanlıkta bize vesile olacak bir beyaz gemi inşa edelim…

Allah’ım bize acı ve nasip et…imam.kevseri

Şahsiyet Sandukasında Hakikati Muhafaza

Malumdur ki, insan kendisini içten ve dıştan kuşatanların tesiri altındadır. İş ki, bu tesir onda hakikatin kesafet bulmasına sebep olsun. Ama dünya halidir, bu tesirler hep müspet ve menfi kutupların birbirleriyle olan cedeli halinde insanda bir karşılık bulur. Aslında arz planında olan hak-batıl cengi kademeler halinde âlem-i nizamda, şehirde, ailede kimin üstün geldiğine mutabık olarak tebellür ederken insanda bundan payını alır. Hatta burada aslan payı insandadır desek belki yanlış olmaz. İnsan öyle ki muhatap olduğu başka bir insandan, dinlediği müzikten, gördüklerinden ve hissettiklerinden etkilenerek şekil alabilir. İşte insanın burada ister istemez tesir bulduklarının mecmuu halinde aslında gayr-i ihtiyari bir dünya görüşü şekillenir. Daha sonra önüne gelen hadiseleri kendinde oluşan bu netice inhisarında değerlendirme eğilimi gösterir. Bu anlaşılabildiği zaman objektif düşünme denilen olgunun ne kadar manasız ve lafzi kaldığı anlaşılabilir. Hani, insan denilen varlık dış ve iç dünyanın tesirlerinden tecrit olmuş bir yapı belirtmez.

Misal verelim… Düşünün bu çağda devletlerin ekseri belli bir sistematik içerisindedir ve bu sistem net olarak batı mamulüdür. Bu sistemin reddi de mümkün değildir, ya bu sistemi kabul edeceksiniz ya da tüm dünyanın ambargosuna maruz kalacaksınız. Modern dünyanın kâfiri ilan ediliyorsunuz bir bakıma… Hatırlayın Katolik kilisesin engizisyon mahkemelerini… Bu mahkemeler bugün dünya sathında elan kuruludur ve “Batı’nın Ortaçağ karanlığı” döneminin küreselleşmesine evirildiği halde eski devirlerine rahmet okutturur bir vaziyettedir. Bundan dolayıdır ki kanun ve nizam moderniteye uygun olmak zorundadır ve siz yol kenarına dizdiğiniz kaldırım taşından başınıza çattığınız devlet tuğuna kadar “Yunanın pörsük aklını-Romanın Hasis Nizamını- Hristiyanlığın Muharref Hassasiyetini” bulamaç halinde topyekûn icra etmek zorundasınızdır. İşte bu vaziyette size tesir eden alakalar bu kanun ve nizamdan çıkma olacaktır ve siz önünüze gelen hadiseleri hep bu minvalde değerlendirmeye meyilli olacaksınızdır. Tabi bir şekilde kurguladığınız savunma sisteminiz yoksa… Konu dal budak sarmadan bir parantez açmakta fayda var…

Bakın tüm bu izah çabalaması İmam Kevserî’yi anlatmak adına… Aptal mütevazılık tavırlarından iğrendiğimizi bildirerek ifade edelim ki; ne yazık ki emekleme cinsinden… Umulur ki mevzuyu izah kabiliyeti ayaklansın, niyetimiz o ki emekliyoruz zaten… Çokça belirttik… Bir insanı anlatmak demek kesinlikle biyografisini kaba hatlarıyla sunmak demek değildir. Ağyarını mani etmeye çalışıyoruz, manasına musallat olmasın, diye… Biz İmam Kevserî’yi ve hatta tüm büyüklerimizi ve tüm büyük meselelerimizi anlamaya çalışırken böyle yapmaya çalışıyoruz. Ağyarını mani edelim ki efradı cem olsun… Yoksa İmam Kevserî’yi milenyum çağında -anlatabilmek başka bir iş- anlamaya çalışmak gerçekten çok zor… Çağın çok gelişmiş olduğu veya modernizmin başkaca batıl inanışlarına tevessül edilmiş bir zihniyetle söylemedik bunu… Biliyorsunuz modern hurafeleri; yok devir değişti, teknolojik icatlar, bilimin egemenliği, ilerlemeci tarih anlayışı şu bu… Kafası çalışan bakar görür… İnsan aynı insan… Bir an olsun çağın illetlerinden kurtulup kuşatıcı fikrin nazarını ifade etmek gayretindeyiz, Üstadımızdan aldığımız usulle…

Bu adamları menkıbe sevdiğimizden yahut otantik zevklerimizden dolayı anlatmaya çalışmıyoruz. Bilmem kaç yıl batı katırının zihin ve malumat memelerini dişlemiş bir sıpa Allah ve Resulüne rabıtasını tam kurmuş Allah dostlarına ve âlimlere ağzını açıyor. Biz Anadolu çocuğuyuz ve bundan sadece rahatsız olmakla kalmıyoruz. Anlayacaksa gözümüz kör olana kadar okumaya, ciğerimiz ağzımızdan çıkana kadar anlatmaya niyet etmişiz. Biliyoruz ki sıpadır neticede ve neyden etkilendiyse onun sesini çıkarıyor. Hani kuru fasulye yer insan ve bunun cızırtılı ses ve hava cinsinden bir çıktısı olur, öyle… Lafla bir yere kadar farkındayız… Anlaşılsın diye sistem teklif ediyoruz… Tesirden bahsettik ya hani… İşte küfrün tesirlerini ilmek ilmek çözecek ve hakikati telkin edecek bu sistem… Neyden anlaşılıyorsa, -istikamet duamız zihnimizde asılı halde- Allah imkân verdiğinde o minvalde meselemizi ifade etmeyi kendimize borç bilmişiz... Bakan görür, anlaşılması için felsefe çöplüğünü idraklerimizden atılması, felsefenin en ince ayrıntısına kadar tüketilmesi mi lazım? Servet Turgut bugün cilt cilt eserleriyle 1000 yıllık bu çöplüğü kaldırmak için kollarını çoktan sıvamıştır bile… İddia uzaktan kulağa nasıl geliyor bilmiyoruz ama varsa bunun mümkün olmadığını düşünen laf yapmasın bir zahmet buyursun, ispatımızla meşgul olsun… Nedendir bilmeyiz derdimizi anlatmaya çalışırken hep “anlatamıyor muyuz acaba?” vehmindeyiz… O yüzdendir ki parantez açtık… Allah’a sığınıp ve yine Allah’a havale ederek kapatalım ve devam edelim…5 R

Dış ve iç alakaların tesiri meselesine misal verdik ve savunma sistemi dedik. Evet, siz bu savunma sistemini hakikate referanslı bir şekilde oluşturmazsanız, içini boşaltamayacağınız hakikat yok… İki kere ikinin dört etmesi gibi bir durumu bile değiştirebilirsiniz. İşte post-modern dönem böyle bir dönemdir. Hakikatin izafi hale gelmesi… Bilginin kaotik hale gelmesi dedik ya, böyle bir şey bu… Hâlihazırda bugün mesela ortada duran söylemler genellikle bununla alakalıdır. Özellikle ilmi meselelerimizde… Adam bu dini ateist, deist oranı artan bir ülkede anlatmanın yolunu fıkıh usulünün güncellenmesinde yok hadis usulünün güncellemesinde ya da hükümlerin reforme edilmesinde arıyor. Yani dinin esnetilmesi, ılımlaştırılmasında… Bunun için türlü hokkabazlıklar, illüzyonlar, zorlama teviller… Tabi bir de İslam’ı modern döneme angaje etme çabası… Belki baksa bu çabanın lüzumsuz olduğunu fark edecek…

Problem insanların ateist/deist olması yahut İslam’ı anakronik görmesi değil… Bizzat mevcut sistemin her ayrıntısında bunu telkin etmesi… Bilmiyoruz hiç sağına soluna bakmazlar mı bunu anlamak için? Tabi kolaycılık, kafasını çalıştırmayan ve çileye talip olmayan için bir nimet… Bu mevzulara bakarken neler neler gördük ve ne kıyımlara şahit olduk. Yeri geldiğinde bakmaya çalışacağız… Elimizde fikrimiz ve İmam Kevserî gibi bir ilim aslanı oldukça anlaşılması çok güç mevzular değil… Aslında yapılmaya çalışılan şey bir eziklik psikolojisi halinde İslam gibi kuşatıcı bir hakikati modernizm gibi bir katırın arkasına bağlamaya uğraşmak. Gülünç ve acınası… Farkında olunsun ya da olunmasın yapılan tam olarak bu… Bizim en çok üzüldüğümüz mevzu bu uğurda yapılan onca uğraş… Adamlar ciltler dolusu kitap yazıyor bunun için… Yazık… İmam Maturidi’den laik, İmam-ı Azam’dan rasyonel bir akılcı çıkarılmaya çalışıyor, daha neler neler... Koca koca adamlar oturmuş buna uğraşıyorlar. Tabi hakiki ilmin olmadığı yerde teyemmümü tezekle almaya uğraşmak böyle bir şey…

Onca eser ve ilim bakiyesine rağmen neden bunu yapıyorlar diye düşündüğümüzde anlar gibi oluyoruz… Afrika’ya dair yaptığımız okumalarımızdan aşinayız bu hale… Kaba halde sömürge psikolojisi bu… Adam yıllarca batının kendisine bir şekilde dikte etmiş olduğu bir metodolojiyle yetişmiş… Yurt dışında eğitim görmüş veya görmemiş fark etmez… Yurdun içi dışına karışmış bir vaziyet var şu halde… Artık adam kafasına çizilen dünya görüşüne dair tüm malumatları kodlayabilir. Şimdi müsaade etseniz birkaç malumatla M. Kemal’den size bir iki lokma bir hırka derviş prototipi çıkarabiliriz. Hoş, bunu yapanlar zaten mevcut. Hatırlayın, bir adam çıktı Hz. Nuh (as) oğlunu telefonla aradı dedi de herkes adama ahmak muamelesi yaptı. İşte bu İslam’ı modernizme yamamaya çalışanların bize kalırsa son merhalesidir. Çoğu sarhoş eden bir şeyin azı da caiz değildir ya, işte öyle… Bunlar olası… Dünyayı hangi referansa göre kodlandırdığınızla alakalı bir durum bu…

Şimdi Kur’an’a nasıl bakacağız, sünnete nasıl bakacağız, icma, kıyas şu bu… Eğer modern metodolojiyi ve dünya görüşünü referans aldıysanız evet tüm bunları esnetmek, reforme etmek, geleneğin(!) eleştirisini yapmak, güncelleme yapmak zorundasınızdır. Bizim kanaatimize göre bu meselenin kemal(!) noktasında mensubu olduğumuz dinin adını da güncellemek zorunda kalırsınız. Bu ortaya koyduğunuz şahsiyetinizle neyi referans aldığınızla alakalı bir durumdur. Yani idraklerimize kadar sömürmüş olan bir referans kaynağının sömürüsünü içselleştirmekle alakalı bir durum bu… Acıklı bir manzara… Keşke bir fırsatımız olsa da bunu milyonlara bir ayna hüviyetiyle sahnelerde aktarabilsek… Bu arada kulağımızı tırmalayan bazı sesler var ve şöyle diyor: Medeniyetler arası etkileşim, milletler arası tecrübeye dayalı kültür zenginleşmesi, zart, zurt… Vesvese bile olamayacak kalitesizlikteki bu sesleri şöyle keselim: Son iki asırdır neyi etkiledin ve neyini zenginleştirdin? Sanki batı bunları laboratuvarında üretmiş bizim başımıza… Öylesine bir otomat ahmaklığı… Kendilerine ezberletilen bu tekerlemelerin sebebinin ne olduğunu sokakta biraz vakit geçirmiş adam bilir. Dönelim… Evet, bu minvalde İmam Kevserî’den bahsetmeden önce İmam-ı Rabbani’leri Mevlana Hâlid’leri yani tasavvuf bahçelerini dolanmamızın bir sebebi de tam burada kendini belli edecek.

Şahsiyet dedik… Evet, gerçekten şahsiyet olmadan ne nakil ne akıl kendine yer bulamaz. Zaman sürekli akıp giden bir şey ve sürekli değişen bir dünya hali var. Dikkat edin gelişen ve ilerleyen demedik zira biz evrimin ne kadar ahmakça bir şey olduğunun farkında olmakla birlikte ondan her bakımdan daha çok insanların idraklerini iğdiş etmiş sosyal evrimin de ahmakça olduğunun farkındayız. Dalmayalım buraya şimdilik… İşte burada akıp giden bu zamanın menfi tesirlerine karşı savunma hattı kuran ve ne kadar müspet varsa kendi üzerinde toplamaya çalışan bir yol olması gerekir ki hakikat her çağda kendine yer bulabilsin. Diyoruz ya hep, tasavvuf, Şeriat’e hizmet eder diye, işte burada bir anlamını daha buluyor sanki…

Bakalım şimdi… Sürekli akıp giden ve değişen bir dünya hali var dedik. Yani dikkat edelim değişen dünya ve dünyaya dair olanlar, hakikat değişmiyor. Tasavvufun ana gayesini hemen hatırlayalım… Nefs terbiyesi… Yani nefs terbiyesi demiş olduğumuz mevzu dünyalık anlamda oluşan menfi tesirler insana bulaşmasın diye üzerine dikkati teksif edilen bir yöntem. Yani temel anlamda gündelik bir takım tesirlere dair alınmış bir önlemle birlikte, daha içtimai bir seviye için alınmış bir önlemi de kapsar bu… Çağın getirmiş olduğu menfi tesirleri kastediyoruz yani… Büyük Doğu’daki temel bahislerden olan fert ve cemiyet arasındaki bağıntıyı (fert mi cemiyeti yetiştirir, cemiyet mi ferdi) atlamadan bakmak işimizi kolaylaştırır… İşte burada Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi ve Mevlana Halid Bağdadi üzerinden anlatmaya çalıştığımız mevzu devreye giriyor. Hemen aklımıza daha önceki bölümlerde İmam-ı Rabbani ve ona bağlı olduğu halde Mevlana Halid hazretlerinin halifelerinin sömürgeci mantığın ve onların kuklası halinde olanların ümmetin başına çökmüşken ortaya koymuş olduğu tavır gelmesi lazım. İşte aslında halihazırda cevaplanmış olan soru şu: Bunlara bunu yaptıran esas ve usuller manzumesi neydi?6 R

Öz halde tekrar: Tasavvufun ana gayesi olan nefs terbiyesi dediğimiz şey temelde fertte, dünyalık olanın menfi tesirlerinden insanı muhafaza etmeyi gaye ettiğinden ötürüdür ki hakikaten ferdi ve içtimai planda hakikatin temellendireceği arsayı hedefler. Böylelikle dünyayı anlamlandıracak ve dizayn etmesi gereken/edecek olan fikir sisteminin de çağın popüler anlayışına göre değil de hakikate göre ayarlanması gerektiği kanaatinin hâsıl olmasına sebep olur. Yani şöyle düşünelim tasavvuftan murad, nefsin ve dünyanın “menfi” tesirlerinden insanı muhafaza etmektir… İnsanın düşünme faaliyeti ise bilinir ki tesirinde kaldıklarının inhisarındadır. İşte tasavvuf bahsedilen muhafaza ile hem ahkâmın, hem dünyaya dair bakış açısının hem de insanın kendine dair bakış açısının oluşmasında bahsedilen menfi tesir etkisinin kırılmasını hedefler. Bu sahih olanın izhar olmasına yardımcı olur. Batının çıplak ve desteksiz objektiflik algısıyla karşılaştırılmaya tenezzül edilmeyecek kadar salim bir anlayış… Bu yüzdendir ki zühd demiş olduğumuz mevzu içe doğru bir derinleşmeye sağlarken dışa nasıl bakılması ve hamledilmesi gerektiğini ifade eder. Yani bir bakıma insanın mutlak hakikat olan Allah’ın ahkâmına yaklaşırken takınması gereken tavrın şahsiyet kumaşını örer. Böylelikle tasavvuf demiş olduğumuz mevzu modern ya da kadim hurafelerden muhafazalı sahih ilmin en büyük yardımcısıdır. (Hadis ilmindeki rical kitaplarını hatırlamak faydalı olacaktır.) İşte bu minvalde örnek olarak vereceğimiz isim İmam Kevserî fakat yine kulaklarımız tırmalanıyor, şöyle: O zaman bugünkü tasavvuf, tarikat ehlinin hali, ticaret, siyaset şu bu…

Şimdilik uzatmadan kanaatimizi ifade edelim: Her şey kendi bütününde vazifesini layığıyla ifade eder. Eşeğe altın semer vursan eşek, eşektir. Yani altın semerden hakikatimiz şuan bir eşeğin üzerinde… Altının kendi asliyetinde kıymetini izaha lüzum yoktur da eşeğin üzerinde bir acayip durur. O yüzden sistem deyip duruyoruz… Kıymetlerimiz yerini bulsun diye… Her şey yerli yerine otursun diye… Bugün tarikatların hali dediğimiz şeyin aslında meselenin özüyle bir alakası yok… İçimizdeki cinin tesirleri… Hani, adam tekkeden çıkıp televizyonda “survivor” izliyor…

Pardon, tekke dedik… Sahi, kapatılmıştı değil mi tekke ve zaviyeler…

*   *   *

İmam Zâhid El-Kevserî hakkında vereceğimiz malumatları bahsini ettiğimiz hususlar çerçevesinde değerlendirmek ve ona bu nazarla bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Öyle yapalım ki üzerimizdeki töhmet kalksın… Haydar-ı Kerrar olan Hz. Ali’nin serdettiği hakikati tekrar etmekte fayda var:

“Kim insanları yerlerine koyarsa, nefsinden töhmeti kaldırmış olur.”

Yusuf El Bennuri İmam Kevseri’yi takdim ederken hemen başta şunları söyler: “… İlmi AŞIRILARIN TAHRİFİNDEN, EHL-İ BATILIN İNTİHALİNDEN ve CAHİLLERİN TEVİLİNDEN uzak tutarak nesilden nesile taşıyan ve bütün gücünü bu uğurda sarf eden âlimlere…”

Büyük harfle yazdıklarımızla İmam Kevserî’nin silueti gözümüzde canlanmaya başlıyor. Bu anlamda İmam Kevserî’nin siluetinin tamamlanması için yine büyük allamelerin fırçalarını takip etmekte yarar var… Devam edelim…

Allame Abdulfettah Ebu Gudde: “İslam’a düşmanlık söz konusu olduğunda –ister bir şahıstan, isterse resmi veya ilmi bir makamdan gelmiş olsun- sessiz kalmaz; YÜKSEK EDEBİ, BELİĞ ÜSLUBU, KESKİN ZİHNİ ve PARLAK HÜCCETİ ile hata ve sapmayı ortaya koymadan ve HAKKI ve DOĞRUYU BEYAN ETMEDEN RAHAT EDEMEZDİ.”

İmamın bu tavrı şüphesiz hakikati özünde hisseden zühdüyle alakalıdır. Servet Turgut’un bu meyanda söylediği bir söz tekrar hatırımıza geldi… “Hadiseye öz namusumuza sahip çıkar gibi sahip çıkabilmek” diyor. Bu gerçekten hakikat ve ilim adına bir neşir ve hareket yapılacaksa ulaşılması gereken bir noktadır. Yoksa hakikat denilen şey, entelektüel bir heves ya da geyik muhabbeti veyahut futbol taraftarı yorumculuğundan ileri gidemez. Tüm namus algımızın kendisinden sadır olduğu hakikatimize sahip çıkabilmek ve onunla namusumuzu muhafaza altına almak şüphesiz eşref-i mahlûkat olmanın gereğidir. Düşünün İmam Kevserî’de bu öyle noktaya varıyor ki kendisini kendisi yapan bir vasıf haline geliyor.

Yine İmam Bennurî, Zâhid el-Kevserî’den bahsederken şunu söyler: “HAK ONUN NAZARINDA HER BATIL ŞEYDEN DAHA SEVİMLİDİR”. Buradan hareketle batıla olan tahammülsüzlüğünü vurgular. Öyle ki İmam Bennurî, “Yumuşak üsluba ve latif hitaba alışmış olan kimi okuyucular, onun reddiyelerinde bir SERTLİK ve müdafaalarında bir KATILIK bulabilirler” diye tarif ettikten sonra bu durumun muhatap olduğu kimselerin “haktan uzaklık ve yakınlığına” göre değiştiğini söyler. Aklımıza hemen “Büyük Doğu-Seriyye” isimli manamıza dair yapılan ithamlar geldi. Muhtemeldir ki bu mananın peşinden gidipte “çok sertsiniz” ifadesine maruz kalmayan yoktur. O zaman bırakalım tavrımızın tavrına müsavi olduğu İmam Kevseri ile birlikte şerhimizi Yusuf El-Bennurî yapsın:

“…Onun üslubu, reddiyenin muhatabı olan ifadelerin ARZ ETTİĞİ DURUMUN CİDDİYETİYLE mütenasip bir sertlik veya yumuşaklık gösterir. Şaşırtıcı olan, bunun kişiden, Allah için sevme ve Allah için öfkelenme dışında sadır olmasıdır. Kendileri kınama ve ta’n-u teşni (ayıplama) hedefi olduklarında çılgına dönen bir kısım insanların, OKLAR ALLAH’IN DİNİNE VE RESULÜ’NÜN SÜNNETİNE YÖNELDİĞİNDE SON DERECE TAHAMMÜLLÜ OLDUKLARINI GÖRÜRSÜNÜZ. O tahâmül (adil olmayan davranış) da bu tehâlüm (sunî yumuşaklık) ve tahammüldür ki, YERLİ YERİNDE GÖSTERİLMEDİĞİNDE ÇİRKİN DAVRANIŞTIR.”

Aklımıza hemen gökte bir yıldız bilip tutunmaya çalıştığımız ve böylece kurtulmayı umduğumuz sahabenin tavrı geliyor. Hatırlayalım, Efendimiz’e (sav) atılan oka doğru başını uzatan sahabe efendimiz… Katâde İbni Numan (ra)…

İşte İmam Kevserî’nin hakikat üzerindeki bu titizliği kendisine “mutaassıplık” ithamına dahi sebep olmuştur. Derin tahkik ve muhkem hüccetler neticesinde hakikati izhar etme gayretinde olan bir zât için bu ithamı yapmayı şöyle isimlendiriyoruz: AZAMETİ TAASSUP ZANNETME AHMAKLIĞI… İslâm’ın hakikat neşrini batının akim epistemolojisiyle karıştırıp selim aklın faaliyetiyle savruk aklın mahviyetini karıştıranların dillerinde pelesenk olmuş bir söz taassup… Bu âlimlere “kendi yorumlarını hakikat olarak dayatıyorlar” diye serzenişte bulunurlar hep dikkat ederseniz… “Hakikati tekeline almışlar” diye de eklerler… Bu çok net olarak bir yanılgıdır ve İslam’ın esas ve usullerine bir mümin nazarıyla değil de oryantal (kelimenin tüm anlamlarını kastettik) zihniyetle yaklaşmaktır. Heyhat, İnsafla bakıldığında anlaşılmayacak olan şeylerin sayısı ne kadar da azdır…

*   *   *

İmam Kevserî’ye dair meşhur bir tarif vardır, derler ki “kimsenin onun sözünü özetlemesi mümkün değildir.” İmam yazdığı zaman öz ve net yazar, konuyu apaçık bir şekilde muhatabına arz eder. Zâhid El-Kevserî’nin bu üslubu hem sahip olduğu ilmin kendisiyle hem de İmam’ın bu ilme vukûfiyetiyle alakalıdır. Misal, bugün aslında ilmi kıymet bakımından hiyerarşide kendine yer dahi bulamayacak hususları öylesine ağdalı ve karmaşık bir tarzda yazarlar ki “anlaşılmadığından” kıymetli sayılır. Şüphesiz bu o bahse dair bir vukûfiyet eksikliği söz konusu değilse –bu eksiklik olduğunda izahların hep karmaşık olduğu bir vakıadır- illüzyondan öte bir şey değildir. Yani öz halde bir ifadeyle, İmam Kevserî’nin iştigal ettiği ilim mahiyeti bakımından nettir ki İmam Kevserî onu net olarak ifade eder ve İmam Kevserî bu ilmi o denli vakıftır ki bu ilmi neşri net olmuştur.8 R

Nefsini Zilletten Koruyan Âlim

Kâhire Vaizi Şeyh İsmail İmam Kevserî’nin evine ilim öğrenme ve karşılaştığı meselelerde fikrini alma amacıyla gidenlerden... Bu ev şehrin kenar mahallerinden biri olan Abbasiye’dedir. Şeyh İsmail bu evi “Her milletten ilim taliplerinin yöneldiği” bir merkez konum olarak niteler. Anlaşılıyor ki İmam Kevserî için makam, mevki ve mekân o kadar önemsiz ki baraka hüviyetinde olan bir evi ilim sarayına çevirivermiş. Zaten biz mekânın ancak içindekilerle kıymet bulacağına inanıyoruz. Eğer Allame Kevserî gibi bir ilim deryası ise bulunduğu her yeri ilmiyle bereketlendireceği izahtan varestedir. Bizi asıl hüzünlendiren ise kendi memleketinden hicret etmek zorunda kalıp burada uzun yıllar isminin bile unutulmasıdır. Net olarak ifade edelim ki; İmam Zâhid el-Kevserî Mısır’ın kenar mahallesinde unuttuğumuz bir ilim hazinemizdi…

Vakıa odur ki burada üzülmesi ve merhamet edilmesi gereken bizleriz… Zaten İmam Kevserî dünyalık makamlardan hasımları tarafından indirilişini ve Mısır’da türlü zorluklara uğramasını hiçbir zaman zillet olarak kabul etmiyordu. Bunu Muhammed Ebu Zehra’dan referansla söylüyoruz. O zaman o devam etsin, biz de siluetini ifade edenleri büyük harfle vurgulayalım:

“Her haliyle kötülükten uzak, yüce bir âlimdi. YÜKSELMEK İÇİN VARLIKLI KİMSELERE DAYANMAMIŞ, arzusuna ulaşmak ve önemli mevkilere gelmek için hiçbir zaman MAKAM SAHİPLERİNE YALTAKLANMAK GİBİ BİR ŞEYE TEVESSÜL ETMEMİŞTİ. Zira o biliyordu ki, yüksek hedeflere DOĞRU BİR YOL VE SAĞLAM BİR METOTLA ulaşılabilir. Değerli bir kişi değerli bir hedefe ancak NEFSİNİ ZİLLETTEN KORUMAK suretiyle ulaşabilir.”

Maturidi Akidesinin Muhafızı Hanefi Yiğit

Hâlihazırda bir başlık atmışken bu başlığa ilham olan ifadeleri belirtmekte fayda görüyoruz. Yine İmam Bennurî’den, İmam Kevserî adına:

“Akidevî konularda kaya gibi serttir. Maturidi akidesini bütün gücüyle destekler. Hanif itikadın harim-i ismetini, her çirkin saldırı karşısında müdafaa eden UYANIK BİR SINIR BEKÇİSİDİR. Bu noktada duraksama nedir, sürçme nedir bilmez.”

Bu sefer İmam Kevserî’den kendine dair ifadeler:

“el-Kevserî’ye gelince, -Allah’a hamdolsun- alnı açıktır. Allah Teala’nın, zatı, sıfatları ve şer’i hükümleri konusunda İNZAL BUYURDUKLARININ SINIRINI AŞIP GEÇME KONUSUNDA CESARETSİZ VE KORKAK, ama damarlarında kan yürüdüğü sürece küçüklü büyüklü putları yerle bir edip, PUTPERESTLERİN BAŞINI KİTAP, SÜNNET ve AKLİ İLİMLERİN topuzuyla un ufak etmeye devam edecek olan HANİFİ VE HANEFİ YİĞİTTİR”

Bugün ne yazık ki Maturidilik ve Hanefilik bağlamında ortaya çıkan yoktan yere iki taraflı bir manamıza musallat olma durumu mevcut… Gerçi bunun tohumları bir kutup için çok daha önceleri atılmış, diğer kutup için ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında kesifleşen fakat aslı itibariyle Modernleşmeyle gelen bir tahrifat söz konusu… Geçmişte halledilmiş mevzuları ve çözülmüş problemleri bugün yeniden güncelleme gibi boş bir mevzu var. Gerçekten insan muhalifinde bir kalite bekliyor, o ki kendimizi ifade ve hızımız olsun. Ama farz-ı muhal bir an için Ehl-i Sünnet anlayışı yokmuş gibi yapıp mesela modernist tarafın Hanefilik ve İmam Maturidiliğe dair izahlarını dinleyince selefi/vehhabi olası geliyor insanın, diğer tarafı dinleyince de Modernist/Reformist olası… Zaten ifrat ve tefrit kutuplarının birbirlerini besleyici bir tarafı olduğu bir vakıa… Hoş, böyle karşılıklı dinleyince imanımız tazeleniyor o ayrı mesele… İşte İmam Kevserî birçok hususta olduğu gibi bu hususta ilim pınarından faydalanmamız gereken bir âlim… Çünkü bugün Maturidiliği ve Hanefiliği belki de tam post-modern dönemin tabii bir sonucu olarak dönüştürüp ruhumuza zıt ithal sayıklamaların referans kaynağı haline getirme gibi bir çaba söz konusu… Diğer taraftan da kendi ham yobazlıklarını desteklemek adına bir ibret vesikası haline getirme durumu… Düşünün bir tarafın iddiasını kabul ederseniz, diğer taraf haklı çıkıyor. Sadece bu konu özelinde değil hemen hemen her konuda böyle bir durum var. Allah bu dini Sünnet ve Cemaat Ehli metoduyla bize kadar ulaştıran âlimlerimizden razı olsun ki idrak paçozluğundan muhafaza ediyoruz kendimizi…

Buraya kadar anlatmaya gayret ettik İmam Kevserî’yi, ifade gücümüzün yetemeyip anlatamadığımız, noksan olan bir mevzu olduysa tamamlanmasını Allah’a havale ediyoruz. Anlatmaya gayret ettiğimiz tüm mevzuları göz önünde bulundurarak ve devrimizi yoklayarak anlamanız temennisiyle noktası noktasına katıldığımız son sözü İmam’ın talebesi Ahmed Hayri’ye bırakalım:

“Bu büyük insanın vefatı, İslam için bir kayıp ve Hanefiler için bir zarardır. ONUN ÖLÜMÜ, İLİM DÜNYASI İÇİN BİR BELA VE İLMİ VAKAR İÇİN BİR EKSİKLİKTİR. Zühd onun yokluğuna alışamamış, Mısır’daki yeri doldurulamamıştır. Allah ondan razı olsun ve onu razı eylesin. Ebedi cennetlerde onun yerini ve yurdunu yüksek eylesin.”

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi