"Anadolu Mimarları: Ev Hanımları"

Yazan: 15 Ocak 2020 2295

Başarılı adam ve kadınların çoğu şöhreti yakalamış, medyatik olmuştur. İnsanlar bu kişilerin özel hayatlarını merak ederler.Onlarda her gün medyada gözükmekten haz duyarlar.

Başarının ölçüsü farklıdır. Başarılı bir öğrenci, başarılı bir sporcu, başarılı bir iş adamı, sanatçı varsa; başarılı bir ev kadını da olmalıdır

Ve vardır. Ama arayanı soranı yoktur.                                                                                                                 

Kimse onu televizyona çıkarmaz, kimse onunla filan dergi için röportaj yapmaz. Meğer ki adı sansasyonel bir olaya karışmamış olsun.

[1]

EV HANIMI BEYAZ EŞYA DEĞİL ANNEDİR!

Arayanı soranı yoktur. Zaten aranacak bir tarafları da yoktur ya onlara göre. Batının ‘Kadın şeytan mıdır, İnsan mı?’ tartışmasını eleştiren bu güruh, şimdi ‘Ev Hanımı Kadın mıdır? sorusuna göğsünü gerip ‘Evet onlarda kadındır. En az diğerleri kadar.’ Diyemez, onları savunmaktan bir adım geri dururlar. Zaten Ev Hanımlarına saldıranlarda onlardır ya! Bizler bugün evlerini terk edip, annelik müessesinden istifa eden kadınların erkekleştirildiğini tartışırken, Ev Hanımlarını ‘Makine’ olarak gören sisteme karşı tavrımızı da ortaya koymayı ihmal etmemeliyiz. Çünkü ev hanımının sadece çay yaptığını zannedip ona ‘Çay Makinası’ muamelesi yapan, sadece bulaşık yıkadığını öne sürüp onu ‘Bulaşık Makinası’ gibi gören, ve işlerini kendince bu şekilde sıraladıktan sonra onları kurtarılmayı bekleyen köleler zannedip, kendince bir süper kahraman havasına girenler, şimdide evlerin baş tacı olan annelerimize sözde sosyal haklar verme gayretinde. O vakit sorulur: vereceğini iddia ettiğin bilmem ne kadar maaş, bilmem ne emeklilik sigortası onun ayağının altına cenneti sermenin yanına denizde kum mahiyetinde dahi olur mu? Eğer hakikaten değersiz olarak göstermeye çalıştığınız Ev Hanımlarına değer verme uğraşı içinde iseniz şunu bilin: İnsan para verilmekle değer kazanmaz. Değer, Günde 8/10 saat çalışmak zorunda bırakılarak, belirli bir yaştan sonra maaşa bağlanılarak verilmez. Değer kıymetle verilir. Peki ya para kıymet ölçüsü müdür? Hayır. Onun için Şöhretin girdabında kör olup temel taşı Annelik olan, Ev Hanımlığının önem ve haysiyetini göremeyenler, tutsak esirler olarak gördükleri Ev Hanımlarından ellerini çeksinler. Unutulmasın ki Ev Hanımları ile ‘yatacağız kalkacağız, çocuğa bakacağız, yemek yapacağız temizlik yapacağız ütü yapacağız hop hop akşam olmuş’ diye dalga geçen kendini bilmezlerin kendilerine dahi hayırları dokunmaz. Dilenciden sadaka istenmez düsturunu kendimize remz edip Ev Hanımlığını ve Anneliği üç beş kuruşluk paraya el açtıracak hale getirmeyelim.

ÖZGÜR KADIN

Dediğimiz gibi onlara göre ev hanımları her türlü elektrikli araçtır, fakat tam anlamıyla kadın olamamıştır?. Kadın olması için maaşının olması gerekir evvela. Yoksa ‘Sayın Hanımefendi’ sıfatına dahi layık görülmez. Hanımefendi olması için de özgür(!) olması gerekir. Hem de sonsuz bir özgürlük. Fazlasının insanı yalnızlığa terk edeceğini düşünmeden, toplum tarafından üzerine hürriyet poşeti geçirilmiş bir esaret olduğunu bilmeden özgürlük, özgürlük. Bu özgürlük daha dün reklamlarda gördüğümüz, araba tamircisi kadının özgürlüğü. Ellerinde motor yağı, üstünde iş kıyafeti. Erkeklerin dahi yapmakta zorlandığı işi yapmak. Yaptığı işten ziyadesi ile memnun kalıp, reklamlarda göğsünü gerip araba tamircisi kadın nasıl olunur göstermek. Bilmem kaç kiloluk kaputu kaldırma çabası: Özgürlük. Gecenin kör saatlerinde taksicilik yapıp direksiyon sallamak: Özgürlük. Belki yeri geldiğinde, çimento çuvalını sırtında taşıyıp, harç dökmek: Özgürlük. Sabahtan akşama kadar patronun gözüne girmek için onlarca dosyanın içinde boğulmak: Özgürlük. Maddi sebeplerden ötürü çalışmak zorunda kalmış Hatice ablamın, şirkete gelen kolileri taşımak mecburiyetinde kalması: Özgürlük. Her gün farklı bir eve temizliğe giden Fatma ablamın suya değmekten buruşmuş elleri: Özgürlük. Çocuğunu okula gönderemeden günün erken saatlerinde yola çıkmak zorunda kalan bilmem ne şirketinin çaycısı Ayşe ablamın, kapitalist patronuna çay uzatırken eğilen başı: Özgürlük. Üniversitede yemekhane görevlisi ablaların, yirmili yaşlardaki yüzlerce çocuğun artıklarını temizleyip, bulaşıklarını yıkması: Özgürlük. Onlarca işçi ama özgür kadın. Kimi bu özgürlük yalanına inanmış ve kendini ispat etmek için girişmiş bu özgürlük işine. Artık sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda kalmış ve asgari ücret almaya hak kazanmıştır(!). Sabahın köründe onlarca insan kalabalığının arasında metrobüse binmeye mecbur edilmiş ve özgür olmuştur. Alın size hürriyet. Hem de öyle bir hürriyet ki esaretin daniskası. Zehri bal diye içmek. Baldan öğütler vermek bu olsa gerek. İşin tebessüm ettirip, iç geçirten kısmı burası. Fakat diğer tarafta yaşamak için çalışmak zorunda kalan, belki de bırakılan kadınlar var. Hem evlat yetiştirmek gayretinde olup, hem evinin geçimi ile uğraşan talihsiz kadınlar. En çok takdiri hak eden bu insanlar, belki eşleri vefat ettiği için, belki terk edildikleri için çalışmak zorunda. Bunu kesin kes kestiremeyiz ama şunu adımız gibi biliriz ki, asıl özgürlüğün ne olduğunu bilen, fakat şartlardan ötürü işçi olmak zorunda kalan işte bu ablalarımız, anneliğin ve ev hanımlığının öneminin farkındadır ve imkanları olduğu vakit bal diye yutturulmaya çalışan zehri ellerinin tersi ile itmeyi bilirler.

Kadının her ne işte olursa olsun çalışmasını özgürlük olarak kabul eden sistem ve cemiyet, roller değiştiği zaman deyim yerinde ise afallar. Kocası çalışmayıp, kendisi çalışan kadına acır. Erkek niye çalışmıyor da kadın çalışıyor deyip aileyi topa tutmaya başlarlar. Ama kadının kocası çalışıp kendisi çalışmazsa da kadını köle yapar bu sefer. Bu durumda da erkek çalışabiliyor da kadın neden çalışamıyor diye topa tutulur aile. İlla ki ikisi de çalışmalıdır. Hele ikisi de afilli bir işte müdür veya şef olursa tadından yenmez. İkisinin de dolgun bir maaşı, şatafatlı bir kariyeri olur. Çocuklarına ne olacağını düşünmezler. Köpek edinmek yerine, çocuk sahibi olmayı tercih ederlerse tabi. İşte bu çelişkinin tam ortasında aklıma okumuş olduğum ‘Gönül Kulübü’ adlı kitaptan şu kesit geldi:

‘‘Hafızama ilk yerleşen fakat hiçbir zaman silinmeyecek olan hususlardan bir diğeri o küçük yaşımda iken evde çektiğim yalnızlıktır. Haftanın çalışma günlerinde annem ve babam çalışmaya gidiyorlardı. Ben evde yalnız kalıyordum. Annem akşamdan benim yiyeceklerimi hazırlıyordu. Sonra onları buzdolabına koyuyor, sabahleyin uyandığımda ve öğleyin acıktığımda onları yememi tembihliyordu. Bu hazırlıklardan sonra ev halkı erkenden uyuyordu. Ben sabahleyin uyandığımda içimde ilk duyduğum şey yalnızlığa karşı duyduğum nefret oluyordu. Çünkü annem ve babam işe, ağabeyimde okuluna gitmiş oluyordu. Uyandıktan sonra isteksiz isteksiz dolaba gidiyor annemin benim için hazırladıklarıyla kahvaltımı ediyordum. Salam, sosis, peynir, reçel, tereyağı gibi çok çeşitli yiyecekler olmasına rağmen kahvaltımı isteksiz isteksiz yapıyordum. Canımın istedikleriyle kahvaltımı ediyordum. Sonra da süt veya meyve sularından mevcut olanlardan içiyordum.

Kahvaltımı bitirince televizyonu açıyor çizgi film, çocuk filmi gibi çocukların alakasını çeken programlar seyrediyordum.

…Bir çocuk filminde bir anne küçük kızından bir müddet ayrı kalmıştı. Sonra da tekrar bir araya gelmişlerdi. Bu bir araya gelişlerinde anne ve kız birbirlerine sarılmışlardı. Anne kızını çok özlemişti. Onu bağrına basıyor, öpüyor, okşuyordu. Bu sırada aralarında duygulu konuşmalar geçiyordu.

-Benim canım kızım. Senden ayrı olduğum zamanlarda o kadar çok üzüldüm ki sorma.

-Ya ben anne. Ya ben. Hep seni düşündüm.

-Bundan sonra hep beraber olacağız. Hep yanımda kalacaksın.

- İnşallah anne senden ayrı olmak istemiyorum. Senden ayrı olmayı düşünmek istemiyorum.

-İnşallah hiç ayrılmayacağız. Seni hep sevecek, hep okşayacağım.

-Beni sevmene o kadar çok ihtiyacım var ki anne. Senin sevgine çok ihtiyacım var.

Filmin buna benzer sahnelerinde çok duygulanıyordum. Bazen gözlerim yaşarıyordu.

…Televizyon izlemekten sıkıldıktan sonra odamdaki oyuncak kutumu salona getirirdim. Oyuncaklarımı ortaya boşaltır oynamaya çalışırdım. En çok oynadığım oyun da ana-kız oyunuydu. Oyuncaklarımın arasından bir kadın bir de kız seçerdim. Kadın anne kız da çocuk olurdu. Sonra küçük kızı bu kadının kucağına oturturdum. Kızın yüzünü, yanaklarını kadına okşatırdım. Sonra da kadına kızı sevdirtirdim.

…Bebeklerim içinde en çok alakalandığım bu küçük kız bebekti. Bu bebek de sanki benim gibi çile çekiyor gibi geliyordu bana. Onun için ona çile adını takmıştım.

…Televizyondaki çocuk programları da oyuncaklarım da kalbimin istediği güzel duyguları bana sağlayamıyordu. Dolayısıyla kalbimdeki duygular, dimağımdaki düşünceler aynı kalıyordu. Duygu ve düşünce açısından kelimenin tam manasıyla hapistim.

O halimle annemin geleceği zamanı dört gözle beklerdim. Fakat annem geldiğinde de çok arzu ettiğim halde içimin güzel duygu ile doyumunu sağlayamazdım. Çünkü annem işten çok yorgun gelirdi. Eve girdikten sonra benim bulunduğum yere kadar gelmezdi bile. Uzaktan şöyle bir bakardı. Hemen hemen her gün sorduğu soruyu sorardı: "Ne yaptın kızım?”

Ben de her gün verdiğim cevabı verirdim: “Hiç.”

“Hazırladığım yiyecekleri yedin herhalde.”

“Evet.”

Sonra alelacele mutfağa yemek hazırlamaya geçerdi.

…Eve en son babam gelirdi. İçeri girer girmez, üzerindeki ceket veya paltosunu vestiyere asardı…Babam oturma odasında üzerinde yemek yediğimiz masaya otururdu. Sonra kahverengi gözlerini etrafta mânâsız mânâsız bir müddet dolaştırırdı. Çoğu zaman hemen hemen hiçbir şey söylemeden ilk sorduğu da şu olurdu: “Yemek hazır mı hanım?”

Annem de alışılmış cevabı verirdi: “Hazır bey... Hemen masayı hazırlayayım.”

Annemin yiyecekleri taşıyıp masaya yerleştirmesinde ben de yardım etmeye çalışırdım. Sonra hep beraber yemeğimizi yerdik. Gerek yemek esnasında, gerek yemekten sonra çay veya kahve içerken eve tamamen sessizlik denecek bir hava hakim olurdu. Monoton ve duygusuz bir hava hüküm sürerdi hep. Annem veya babam birbirlerine sordukları sorulara çok kısa cevap verirlerdi. Bir kaç kelimelik kısa soru ve cevaplardı bunlar.

“Mühim bir şey var mı hanım?

“Yok.”

Sonra ağabeyim ders çalışmak için odasına çekilirdi. Annem ve babam da istirahate çekilirdi. Çünkü sabahın çok erken saatlerinde kalkıp işe gideceklerdi. Ben yine bütün gün beraber kaldığım televizyon ve oyuncaklarımla baş başa kalacaktım.

Zaman böyle geçip gidiyordu.’’[2]

İşte annesi ve babası çalışan bu küçük kıza ne özgürlüğü anlatabilirsiniz ne de kariyeri. Onun için sadece annesi vardır ve unutulmasın herkesin sadece bir annesi vardır. O anne o kadar değerlidir ki evlat için, aynı özelliklere sahip onlarca insanı onunla ilgilenmesi için başına dikseniz yine ‘Annem’ der. Ev Hanımlığını aşağılayıp, Annen çalışmalı ve sana daha güzel elbiseler almalı’ deseniz yine ‘Annem’ der. En güzel oyuncakları önüne serip en leziz yiyecekleri tattırsanız emin olun yine ‘Annem’ der. Sırf bu sebeple işlerini bırakıp, evlatlarına daha çok vakit ayırmak üzere Ev Hanımı olan birkaç insan tanıyorum. Sadece birkaç insan. Ama inanıyorum ki bizim toplumumuzun irfanı yücedir. Kadınlarımız bir gün muhakkak Anneliğin ne denli kutsal bir makam olduğunu anlayacak ve bu kutsal işin yanına başka bir meslek yerleştirilmemesi gerektiğinin farkında varacaktır.

HEM ÇALIŞIP HEM ANNE OLUNMAZ MI?

Velev ki uygun bir iş alanı oluşturup, kadının kadınlığından taviz vermeyeceği, cazibesinin bir reklam aracı olarak kullanılmadığı, fıtri olarak yüklenilmiş merhamet duygusunun törpülenmeyeceği, kadının (haşa onlardan) bir mal gibi pazarlanmadığı bir iş alanı oluşturduk. Kadınlarımız bu alanda çalışmaya başladı. Hem anneliğini yapıp hem de iş alanına girdi. Bu durumda tavrımız ne olur?

Bu konuda esas tamamlanmış olur fakat usulün sorgulanması gerekir. Günde kaç saat çalışacak? Yaptığı iş, evlatlarına ayırdığı vakitten çalacak mı? Eve yorgun gelip kıymetlileri ile ilgilenmesi aksayacak mı? Eğer yazdığımız soruların tümüne olumlu yanıt verecek bir iş ise bu meslek, başımızın üstünde yeri vardır. Fakat geçenlerde yolda şahit olduğum bir olay böyle bir işin belki de hiç bulunamayacağını söyledi sanki bana. Hüngür hüngür ağlayan kadın yanında kendisini teselli etmeye çalışan arkadaşına ifadeyi müspetleştirerek yazıyorum ‘Akşama kadar anamızı ağlatıyorlar’ demişti. Bitkin bir bedeni, kahredici bir ifadesi, soluk bir sesi vardı. Anlaşılana göre patronu ile tartışmıştı ve kovulmuştu. Bilmiyorum belki de haksız bir şekilde suçlanmıştı. Ama şunu anlıyorum ki arkadaşları arasında popülaritesini artıran, onu diğerlerinden üstün kılan(!), beyaz yakalı işi onu ağlatıyordu. Kendisini şöhret yapan işi yine kendisini üzüyordu. Aslında çalışmaktan memnun değildi sadece bunu kendine söylemek istemiyordu. Fakat kendine söylemek istemediği şeyi o an yanından geçip kendini seyredenlere adeta çığlıklar ile anlatıyordu, farkında değildi. İşte akşama kadar çalışanların anası ağlatılan işyerinde eğer kadınların çalışmasını tavsiye edip, pankartlara ‘Özgürlükte Kararlıyız, Yaşamakta Israrlıyız’ (8 mart 2018/Dünya Kadınlar Günü Yürüyüşü) yazarsanız elit ve modern insan olursunuz. Fakat kadının evvela kadın olduğu için yapması gereken şeyin ‘İşçilik’ olmadığını savunursanız ve üstüne ‘Hükümetin kadını çalışmaya teşvik etmesi, aile hayatını zayıflatıyor’ [3]derseniz. İşte o zaman sizden âlâ gerici yoktur. Kadını baş üstünde tutmak irtica, onu kapitalist sistemin kurbanı etmek ise ileriliktir bizde. Olsun! Hakikati arkamıza alıp tokatı batıldan yiyelim. Gazetelerde bizi ilkellik ile suçlayıp, manşet yapsınlar amma Anadolu kadınının hakkını savunmadınız dedirtmeyelim kendimize.

Şimdi gelelim kaş yaparken göz çıkaranlara. Hem çalışıp hem anne olunmaz mı sorusunu yöneltenlerin içinde bazıları vardır ki. Yapmış olduğu hatayı telafi etmeye çalışır ama bir türlü başarılı olamaz.

Anneliğinden taviz verdiğinin farkına varıp, ilgilenemediği çocuğuna dadı tutar. Okula götüremediği için şoför, yemek yapamadığı için Aşçı, psikolojik sıkıntılarına çözüm bulsun diye psikolog, temizliği ile ilgilensin diye temizlik görevlisi tutar. Ev hanımı olmayı zul görüp, onun aslında tek başına yapabileceği işi beş kişiye yükler. Fakat o beş kişi bir annenin yaptığını yapamaz. Ama kadın kazandığı parayı onlara verip özgür olmuş olur. Gülsek mi bilmiyorum. Madem böyle bir durum var. Şu bilinsin: ‘(Dadı + Şoför + Aşçı + Psikolog + Temizlik Görevlisi) < Anne’ Bu denklem sonucunda, çocuğu ile beraber yemek yiyemediği için ona para veren, kitap okuyamayıp, satın alsın diye para veren, sinemaya gidemeyip, arkadaşları ile gitsin diye para veren, onunla oyun oynayamayıp eğlenebilip gezebilsin diye para veren annesi, artık evladının ‘Mimarı değil bankamatiği olmuştur.’ Ama kendine dert etmez bu durumu. Çünkü artık eskiden ona köle muamelesi yapanlar, şimdi onu ayakta alkışlıyorlardır ya bu ona yeterlidir. Şöhret ona kafidir. Ne yapsın ki Anneliği?

Belki yazının en başından beri okuyucunun aklından geçen ‘Peki ya kadın doktorlar?’ sorusuna da değinmeden geçmeyelim. Erkeklerin aksine tam olarak kadınların yapması gereken iş alanları da elbette mevcut. Bu işlerin başında doktorluk gelse de sadece doktorluğu kadınların yapabileceği iş konumuna oturtmak elbette yanlıştır. Doktorluğun yanında hemşirelik, öğretmenlik saire diğer meslekler elbette kadının yapabileceği belki bazı alanlarda sadece kadının yapması gereken meslekler olarak karşımıza çıkmakta. Gayet tabi olarak zemini ve zamanı doğru hazırlandığı müddetçe, yukarıda sayılan hususlar atlanmadan bir imkân oluşturulduğunda bu alanlarda yapılacak olan kadın istihdamını canı gönülden destekleriz ve umarız ki zamanı geldiğinde böyle bir yazının yazılmasına ve okunmasına gerek bırakmayacak bir sistem bizi karşılar.

İŞÇİ KADIN, ANNE KADIN

 Bizim ‘Anadolu Mimarları’ olarak tabir ettiğimiz annelerimize, ‘İşçi’ rolünü dayatmaya çalışanlar, tiyatro oynamayı bırakıp dinlesinler: Temel taşı ‘Annelik Müessesi’ olan Ev hanımlığı bir kenara atılıp bu toplumun kadınlarını işçileştirir isek eğer, yarın Almanya gibi çocuk yapanlara maaş bağlatacak konuma geliriz ki geliyoruz da. Bugün hükümetin dillerden düşürmediği bilmem kaç çocuk politikası bu vahim durumun öngörülmesinin sonucudur. İşte o vakit fiyat performans değerlendirmesi yapıp ev Hanımlığına yatay geçişle döner misiniz? Bu sefer elinizdeki pankartlara (8 Mart 2018/ Dünya Kadınlar Günü Yürüyüşü), ‘Bedenimiz, hayatımız kararımız bizim! Aileniz sizin olsun’ veya ifadeyi yine müspet hale getirerek yazıyorum, ‘Kısmet bulurum evlenmem. Hamile kalırım doğurmam’ yazabilecek misiniz? Bu hale gelindiğinde, banknotların değer ölçütü olduğu dünyanızda, çocuklarda sermayeniz mi olurdu?

EVE GELEN PARA KİMİNDİR

En önemli hususlardan biri de eve gelen paranın yalnızca erkeğe ait olduğuna dair yaygın yanlış inanıştır. Toplumun en temel taşı denilerek dillerden düşürülmeyen Aile Müessesinin kendi içinde bir iş bölümü vardır. Nasıl ki alelade bir dükkânda, orta düzey bir işyerinde veya başarılı bir holding de herkesin yaptığı iş farklı ise, toplumun tohumu olan ailede de yapılması gereken işler bölümlendirilmiştir. Bu durumdan hareketle parayı eve getiren kişinin erkek olması aslında paranın sadece onun olduğunu göstermez. Çünkü bilinir ki erkeğin tek başına yaşamını idame edebilmesi çok güçtür ve aslında erkeği başarılı kılan kadındır. İşte bu hakikati görmezden gelip erkeği paranın sahibi, kadını da onun parasına muhtaç olan birisi olarak görür isek, Ev Hanımını demir parmaklıklar arkasındaki suçlu olarak aksettiririz gönlümüze. Fakat durumun farkında olup iş bölümünün ailede olması gereken en temel şey olduğunu bilir isek, ne erkeğin ‘neden sadece ben çalışıyorum’ demesine nede kadının ‘ben senin parana muhtaç değilim’ diye haykırmasına gerek kalmaz.

Evli olduğu eşinin parasını yemeyi kölelik olarak görenlerin, boşandıklarında nafakayı sosyal hak olarak kabullenmeleri de bambaşka bir çelişkidir.

PEKİ YA YARIN

Yarın vaziyetin ne olacağını kestirmek zor. Ama gelecek adına günümüz üniversitelerinde belki anket yapıp yarını öngörebiliriz… Bugün üniversitede okuyan hanımları bir gün ev hanımı olma ihtimali korkutuyor mu? Veya günün birinde bir ev hanımı ile evlenebilecek olan okumuş, tahsilli erkek bu duruma nasıl bakıyor? Bu ve bunun gibi ihtimalleri değerlendirecek olan günümüz gençleri yani bizler ‘Peki Ya Yarın’ sorusunun cevabını gün ağardığında verecektir.

Unutulmasın ki yazıda bahsedilen veya görseller ile tasdik edilmeye çalışılan eleştiri toplumun tüm kadınlarına yönelik değildir. Başkalarının maşası haline gelmiş bir kısım insan cemiyetin özü olamaz farkındayız!

İşin bir diğer boyutu gerek eşlerin ihmal edilmesi, gerek erkeğin eşini kendisine muhtaç olarak görmesi sonucu oluşan aksaklıktır. Yeri geldikçe yazıda değinilen noktalar belki de sadece erkeğin ihmalkarlığı sonucu oluşmuştur. Yukarıdaki değinilen noktaların hiçbirini, erkeği olaydan soyutlayarak okuyamayız. Bahsedilen her yerde erkeğin de kadın kadar sorumluluğu vardır. Niyetimiz yanlış anlaşılıp olaya tek taraflı baktığımız düşünülmesin. Biz şimdilik meselenin bir tarafından tutmaya çalıştık. Eğer işin erkeklerle ilgili olan kısmını önümüze serecek olan biri çıkar ise baş üstü ederiz. Belki de bu iş yine bize nasip olursa dilimiz döndüğünce izah etmeyi kendimize borç biliriz.

Selamımız, erkeğinin adam kadınının hanım olduğu, eve kimin para getirdiğinin ve paranın kime ait olduğunun hesabının güdülmediği, -hiç gereği olmadığı hâlde- son yıllarda tartışılan bu konulardan habersiz ve temiz bir şekilde yürüyen Anadolu’daki saf evliliklere olsun.

 

[1] KUTLU, Mustafa, (18.06.2012).Anadolu Yakası. İstanbul: Dergah Yayınları

[2] AKGÜN, Mustafa, (01.05.2005). Akgün Yayıncılık

[3] SİFİl, Ebubekir.

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi